Yarının sorumluluğu her birimizin!
Türkiye geçen bahardan beri tarihinin en önemli dönemlerinden birini yaşıyor: Bir taraftan ülkeye on yıllara ve korkunç acılara mal olan Kürt sorununda başlayan barış süreci, diğer taraftan demokratik hakların giderek askıya alınması, toplumsal kamplaşma ve iktidar baskısıyla ortaya çıkan antidemokratik durum, bir taraftan Gezi direnişiyle başlayan ve herkesi şaşırtan, gençliğin başını çektiği siyasal uyanış ve enerji diğer taraftan “sıfır sorun”dan “sıfır dost”a evrilen dış politika basiretsizliğinin ülkeyi bölgede karşı karşıya bıraktığı savaş tehdidi… Buna patlamak üzere olan emlak balonundan sıcak para akışının kesilmesine, döviz dalgalanmalarından cari açığı derinleştiren yapısal sorunlara gölgesi üzerimize düşmeye başlayan ekonomik krizi ve yaklaşan yerel seçimlerin gerilimini de eklerseniz manzara daha açık bir biçimde ortaya çıkar. Üstelik bu dinamiklerin hepsi birbirine bağlı ve bu, durumu daha da karmaşık bir hale getiriyor.
Kısacası 2014, Türkiye için hayati bir yıl olacak ve içimize kapanıp, kanlı tuzaklara düşüp “değer”i kendinden menkul bir yalnızlığa mı itileceğimizi, yoksa demokratik, özgür ve refahı paylaşan bir ülkede mi yaşayacağımızı hepimizin seçimleri ve eylemleri belirleyecek.
Yıllardır söylerim: Demokratik olmayan bir kalkınma sürdürülebilir değildir. Özellikle ekonomik düzenin küresel bir ağ ekonomisine evrildiği bir dönemde, halkınızı otokratik yöntemlerle bastırıp kafanıza göre ekonomik programlarla büyüme peşine düşmek olacak iş değildir. Çünkü her şey birbirine bağlıdır, her şey birbirini tetikler ve stratejik öngörüsüzlüğünüz sizi oyuncu değil pazar olmaya mahkum eder. Nitekim Türkiye’de son yıllarda giderek yükselen otokrasi eğilimi, ekonomi alanında da kaçınılmaz sonucunu veriyor. Otokratik eğilimin korktuğu bilim, teknoloji, inovasyon, özgür eğitim ve bilgi özgürlüğünü baskılayıp, odağınızı rant yaratmaya koşullanmış kentsel sömürü ve diğer şantiye projelerine, bölgenizdeki şiddetten nemalanmaya, ideolojik ortaklıklara vakfederseniz, şu anda içinde bulunduğumuz vahim duruma düşersiniz. Çünkü gidişatı siz değil, konjonktür belirler. Türkiye’nin hemen her komşusuyla yaşadığı sorunlar “bir koyup üç alma” hesaplarını da tamamen boşa çıkartmış durumda. Körfez’den gelen sıcak para akışı kesildi. Şimdi bu taktik hesaplarla ülkeyi batıracak bir savaşa girme planları yapılıyor Suriye’de ve bu amaçla hamaset siyasetiyle ülke daha da kutuplaştırılıyor. Bu bir tür intihar.
Ülkeyi kalkındırmak istiyorsanız önce kendi iç dinamiklerinize odaklanıp kendi zenginliğinizi geliştirmeniz gerekir. Dünya ekonomisinin bilginin yarattığı değerin küresel ağ üzerindeki akışı üzerine kurulu olduğu bu dönemde, bilim, teknoloji ve inovasyona odaklanmadan sürdürülebilir kalkınma yaratmak mümkün değil. Bu değerler de özgür ve demokratik bir toplumun değerleri olabilir ancak. Konuyla ilgili hemen hemen tüm uluslararası endekslerde Türkiye baş döndürücü bir gerileme içinde. Basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü, insani kalkınma, eğitim durumu gibi endekslerde de aynı eğilimi gözlemlemek şaşırtıcı değil. Çünkü bu alanları birbirinden ayıramazsınız. Çünkü demokrasinin ilerlemesi ve sürdürülebilir kalkınma birbirine bağlıdır.
Ülke, “dünyada en çok tutuklu gazetecinin bulunduğu ülke”, “muhalifler için açık hava hapishanesi”, ifade, haber alma, özel hayat, anonimlik, gösteri ve protesto haklarının düzenli olarak ihlal edildiği, polis şiddetinin tırmandığı, hukuksuz tutuklamaların ceza yerine geçtiği, kuvvetler ayrılığının ortadan kalktığı bir coğrafya olarak adlandırılmaya başlandığı zaman, değersiz bir yalnızlığın dibini bulursunuz. Bu ülke bunu hak etmiyor. Bu ülke otokratik bir biçimde yönetilmeyi, değer ve zenginliklerinin gasp edilmesini, öngörüsüz hesaplarla kaosa sürüklenmeyi hak etmiyor. Mutlu, özgür, ürettiği refahı adil bir şekilde paylaşan, genç nüfusuna uluslararası standartlarda eğitim veren ve onları özgür bireyler olarak yetiştiren bir ülke olmayı hak ediyor.
Evet, demokrasi seçim sandığından ibaret değildir. Seçim sandığından çıkanın bir sonraki seçime kadar canının çektiğini yapması demek değildir demokrasi. Demokrasi çoğunlukçu değil çoğulcu bir rejimdir. Demokrasi, iktidarın halk tarafından sürekli olarak denetlendiği, sınırlandırıldığı ve hukuk içinde tutulduğu rejimlere denir. Kuvvetler ayrılığına sahip çıkmak zorundayız. Temsili demokrasi krizini çözmek zorundayız. Siyasi partiler yasasından Sayıştay kanununa, Kamu İhale düzenlemelerinden basın yasasına ciddi reformlar talep etmek zorundayız. Anayasa reformu şart, ama bunu mevcut meclis değil, ancak gerçek temsiliyete dayalı bir meclis yapabilir. Zaten toplumun içinde bulunduğu bu kutuplaşma ortamında salt çoğunlukçu anlayışa dayanan iktidar partisinin yapacağı bir anayasa toplumsal uzlaşıyı temsil etmeyecektir. Özellikle de otokratik gidişatı perçinleyecek başkanlık sistemi gibi hayallere dur dememiz gerekiyor.
Demokrasi sandık değildir, ama sandık demokrasi için önemlidir. Bir taraftan iktidarı her gün denetlerken, diğer taraftan da oyunuza, demokrasiye sahip çıkmanız gerekir. Daha şimdiden seçimlerin üzerinde bir çok şaibe dolaşıyor. 12 Eylül rejiminin mirası ve gerçek temsiliyeti engelleyen seçim barajına sahip çıkmanın da ötesinde, iktidar dar seçim bölgesi hilesiyle barajı fiilen yükseltmeyi planlıyor. Şeffaf olmayan SEÇSİS sisteminin güvenilmezliği ortada dururken (http://goo.gl/GusPPg), bir de hilelere davetiye çıkartacak elektronik oylamaya geçiş planlanıyor. “Geleneksel” seçim hileleri de cabası. Bunlar çok tehlikeli adımlar. Barajın düşürüleceği, şeffaf, denetlenebilir, sorumlu bir seçim sistemi için reform şart. Talep edin.
Yani bugün bu durumdaysak suç hepimizde, yarının sorumluluğu da her birimizin.